29.09.2008

halk anlar

*



halkın şiirden anlamadığından yakınan şikayetler okuyorum.. hemen şunu belirtmek gerekir ki, asla böyle birşey varid değildir.. şiir diye ileri sürülen bugünkü anlamsız tuhaf lâkırdıları ciddiye almıyorsa bunun suçu halkta değildir.. yahya kemal'in, ahmet haşim'in, mehmet emin'in, orhan seyfi'nin şiirlerine; daha gençlere gelelim, arif nihat asya'lara, enis behiç'lere, kemalettin kâmi'lere, bekir sıtkı erdoğan'a bu halk bîgane mi kalmıştır? faruk nafiz'leri, ömer bedrettin'leri, ilkokuldan başka mektep yüzü görmemiş olanlar da seve seve okumamış mıdır? hele bir miktar orta ve lise tahsili görenler ahmet haşim'i tevfik fikret'i ezberlememiş midir? demek ki suç halkta değildir.. suç halkın ruhuna hitabetmesini bilmeyen şairlerdedir.. daha doğrusu gerçek şair olmayan şairlerdedir.. necip fazıl'ın, mehmet akif'in, arif nihat'ın şiirlerinden, bu milletin ümmî olanları bile zevk almıştır, seve seve dinlemişlerdir.. ahmet haşim'in şiirinde açık bir mânâ mı vardır? mânâ yoktur ama müzik vardır, âhenk vardır.. şuuraltı, şuurüstü, gerçeküstü hayalleri, fikirleri, duyguları söylüyoruz diye, ne mânâ ne de âhenk ve ses güzelliğine ulaşamıyan tuhaf sözleri insanların gönlüne şiir diye kabul ettiremezsiniz.. “şiir kalp çarpıntısı yapan söz”dür.. kılıç gibi keskin olmalıdır.. insan o mısraları, beyitleri duyunca çarpılmış gibi olacak.. yâ sevinçten uçacak, yahut hüzünle me'yus olacak; yahut yüce bir ideale kapılarak yollara düşecek.. hani nerede o şiir.. halkın gençliğin milletin önüne bu şiiri, gerçek şiiri koyun bakalım da eğer ilgilenmezse ondan sonra sitem edin, ondan sonra itham edin.. haksız mıyım dersiniz?..


Osman Akkuşak-yeni safak

*

23.09.2008

Şehirlerde Ölürken

*



Doğanın kucağına kaçmıştı Van Gogh
En çok ölümü tatmak için
Soran olsaydı saymadım diyecekti
Kaç kere öldüm
Kaç kere bağladım şehirleri birbirlerine
Portrelerini çizdiklerimden aldım
Sizin vermekten korktuğunuz şeyi
Gördükçe şehirlere uzak yüzünü Van Gogh’un
Kulağımı kesip aynalar dolaştım
Konuşmak için kendimle
Ölümler üzerine
Şiirler yazarım diye düşündüm
İstanbul’a yolum düşünce
İstanbul çünkü kabartırdı
Deniz gibi özümün en derin damarlarını
Damarlarım çatlayacak olunca
Dönerdim ancak
Ankara’ya
Pis
İsli
Sisli
Beton olmuş duygular
Üşüşürdü buradayken
Bağlayamazdı Van Gogh
İstanbul’u Ankara’yı





Gönderen muhammet taha harun aslan zaman:
Çarşamba, Kasım 22, 2006)




*

13.09.2008

Samimi Özgeçmiş

*

kısa özgeçmiş,

Adım Taha Harun Aslan. 1982 Ankara doğumluyum. İlkokulu Ankara Yeşilöz İlköğretim Okulunda, liseyi Ankara Kurtuluş Lisesi’nde okudum. 1999 yılında üniversite sınavlarına girip Kırıkkale Üniversitesi Kamu Yönetimi bölümünü kazandım. 2001 yılında okulumun, Kırıkkale’nin, hocalarımın ve bölümümün durumu hasebiyle ikinci sınıfta okulu bırakıp tekrar sınava hazırlanmayı tercih ettim. Tekrar hazırlanıp 2002’de üniversite sınavına girdim ve İstanbul Bilgi Üniversitesi Uluslararası İlişkiler(burslu) bölümünü kazandım. Bir yıl hazırlık okuduktan sonra bölümüme başladım. Çeşitli aksaklıklar sonucu birkaç dönem okulu uzatmak durumunda kalmam hasebiyle şu an dördüncü sınıftayım. İnşallah bu sene mezun olmayı ümidetmekteyim.




Otobiyografik Özgeçmiş,




1982 yılında Efendimiz Muhammed Mustafa(SAV)’in doğum gününde Ankara Çubuk’ta doğmuşum. Daha sonraları acaba ailem doğum tarihimi bilerek mi Efendimizin(SAV) doğum tarihiyle aynı tarihe yazdırdılar diye sorup soruşturduğumda, hakikaten o tarihte doğmanın bana nasip olduğunu anladım. Böylesine güzel bir başlangıç herhalde herkese nasip olmaz. Çocukluğumun hepsi Ankara’nın ilçeleri olan Çubuk, Keçiören muhitlerinde geçti. Ankara’nın kuru kasvetli olduğu bu yıllarda bu muhitler nispeten yumuşak, neşeli sayılırdı. Buralarda daha çok Anadolu’nun çeşitli illerinden göç edenler ve Ankara’nın yerlileri yaşamakta olması nedeniyle devletin o yıllardaki kasvetli ve sert yapısının tam anlamıyla hayata yansımadığı, Anadolulu insanlar tarafında kırıldığı yerlerdi. Bir anlamda ve belki de tam anlamda şu an Çankaya’yı çevreleyen, kuşatan ve hatta iktidarı ele geçirip onu sağlamlaştırma yolunda olan “çevre”nin o zamanki Ankara’da nüvesi bu ve bunun gibi birkaç ilçeydi. Bu ilçelerde yetişmemin bir yararı da aristokratik kibir ve devlet bürokrasisinin halka bakışından uzak mütevazi bir ilk gençlik yaşamış olmaktı. Aynı zamanda bu devlet aygıtının ne için kullanıldığını dışardan halkın gözüyle görebilme ve bunun sonuçlarının yıkıcılığına tanık olma fırsatım oldu. Ve bu sıkıntıların düzeltilmesi gerektiğine dair sağlam bir dert o yıllarda gönlümüzde yer etti.

Ortaokulu imam hatip lisesinde Solfasol’da okudum. Hacı bayram velinin yıllar önce ikamet ettiği ve talebe yetiştirdiği ve bir yerdi burası. Hem bu manevi atmosfer hem de o yıllarda revaçta olan ve bizimde içinde yetiştiğimiz bir akım söz konusuydu. İslamcılık olarak adlandırılan bu dalga hasebiyle sosyal ve entelektüel anlamda içinde bulunduğum çevrede bir canlılık göze çarpmaktaydı. Hem bu manevi atmosferi hem de bu modern dalgalanmayı cem etmemiz bir zorunluluktu. Yani İslamcı iddialara samimiyetle sahip çıkmamız gerekiyordu. Yani burada samimiyet Hacı Bayram Veli damarına bağlanmayı ve aynı zamanda İslamcı iddiaları benimsemek, Asrı Saadetin ihyası doğrultusunda her alanda bir ıslahatın zorunluluğuna inançla bağlanmayı gerektiriyordu. Bu modern İslamcı dalganın içinden, cevherlerinde deccallerinde çıkma potansiyeli ta o zamandan aşikardı. Ve zamanla gördük ki bu İslamcı tarla-dalga ekseriyetle deccal yetiştirmiş.

Ortaokulda Bizim Dergi adında küçük amatör bir dergi çıkarmak nasip oldu. O zaman hem modern Avrupa entelektüel birikimine, sanatına, felsefesine uzanan bir yelpaze vardı. Hatta solcu Kemalist birikimden bile faydalanan bir çerçeve. Bizde bu minvalde bu kütüphanelerden ve bu entelektüel sosyal canlılık dalgasından böylece nasibimizi almış oluyorduk. O yaşta küçükte olsa bir derginin sorumluluğunu almak çok öğretici ve güzeldi. Bir işi benimsediğimizde yaşımız küçükte olsa yapabileceklerimizi bize göstermesi bakımından manidardır da bu dergi. Bu derginin hiç bir nüshasının elimizde olmaması üzücü de olsa onun mahiyeti bizimledir halen. Bu mahiyet, derginin herhangi bir nüshasından daha güzel ve önemli bize göre. Derginin genel işleri yanında, giriş sunuş yazıları ve öykü-şiir yazarak bir süre bu fotokopi-basım işiyle ilgilendik.

Liseyi Ankara Kurtuluş Lisesinde okuma fikri babama aittir ve bizde buna itiraz etmemişizdir. Birazda şehri öğren diyerek gönderildiğim Kurtuluş Lisesi, imam hatipten gelen bir öğrenci için ve zaten ergenlik çağını yaşayan bir ilk-genç için ne derece zordur anlayabilirsiniz. Diğer bir takım zorluklarda bizimleydi bunun yanında. Bambaşka bir sosyal çevre ve arkadaş profili vardı mesela. Buna benzer sorunlar yanında Ankara’nın merkezinde üç yıl okumuş ve bu zaman zarfında entelektüel-düşünsel gelişiminde Hece dergisi ve etrafındaki oluşumdan ve bu cenahın ileri gelenleri olarak Nuri Pakdil, Sezai Karakoç, İsmet Özel gibi düşünürlerle bağ kurmuş olarak o yılları geçirmek bize daha sonraları çok değişik kapılar açacaktır. Evvela bu düşünürlerin samimiyetle benimsenmiş olmasına rağmen ahirinde bu düşünürlerin tamamen modern ve ne asrı-saadetle ne hacı bayram veli damarıyla samimi değil menfi bir bağ kurdukları iyice anlaşılmıştır. Ve İslamcılık tarafımızdan daha sonra “Deccaliyet” olarak adlandırılmıştır. “Deccaliyet” tanımlaması “cahiliye devri” tanımlamasından kapsam olarak daha geniş, ve derindir. Yani Efendimiz(SAV) zamanında cereyan eden putperestlik ve cahiliye devri ile öz olarak aynı olmasına rağmen mahiyeti, derinliği, boyutları, kapsamı, nüfuziyeti, yetkinliği bakımından daha güçlü, konsantre ve asrı saadetten buyana ki tecrübelerden de faydalanan, şerrini incelten, onu sanat haline getiren, onu ilmik -ilmik işleyen, her öze nüfuz etmeye çalışan, hakikati örten değil adeta bürüyen ve onu boğmak için elindeki geniş tarihi-dini-modern imkanların hepsinden alabildiğine faydalanan bir akımdır. İşte içinde yetiştiğimiz bu akımın şerrinden bizi koruyan Rabbimiz Allah’a sonsuz hamdü-senalar ederiz.

Bu açıdan Ankara’yı hakikaten bu sosyal entelektüel boyutlarıyla tanımaya devam ederken bu sefer Kırıkkale de bunun Anadolu boyutunu ve üniversite boyutunu tanımak da imkanlarıyla 1999’da Kamu Yönetimi Bölümünü kazanarak okumaya başladım. Kırıkkale’de kendimin ne olduğu kafama çokça takıldı ve bu İslamcı cenahla muazzam akli kalbi bağlarımız olmasına rağmen kendimizi Müslüman olarak tanımladık ve inşallah bunun gereklerini yerine getirmeye çalıştık. Kırıkkale’nin güzel bulunmamış olmasının sebebi çoktur. Belki sabredilse bir sevgi bağı kurulabilecek olan Kırıkkale’ye iki yıl sabredip tercihi okulu bırakıp tekrar üniversiteye hazırlanma yolunda kullanmamızda ümidediyoruz ki bizim bilmediğimiz hayırlar vardır. Yada Rabbimiz(C.C.) hatalarımızı telafi eder.

İstanbul bizim en çok sevdiğimiz şehirler arasında Medine’den sonra gelmektedir. İlki Mekke ikincisi Küdüs’tür. Küdüs’ü sevmemizin hiçbir ideolojik arka planı yoktur. Tamamen Allah’ın Peygamberlerini hiçbirini birinden ayırmadan sevmemizden ötürüdür. Efendimizin Miraçtan evvel tüm peygamberlere imamlık yaptığı mukaddes evdir Kudüs. İşte bu sevdiğimiz şehirler içinde müstesna bir yerde bulunan bu mübarek, İslam’ın her zerresine maddi manevi işlenmiş olduğu bu güzel şehre gelmek bizim için karanlıktan aydınlığa, çirkinden güzele bir yolculuk olmuştur ve halen devam etmektedir elhamdülillah.

Bilgi Üniversitesi’nde okumaksa bir Müslüman için, Türkiye’nin AB’ye girişi gibidir. Hesaplaşması gereken muazzam çoklukta şeyin yanında, sakınılması gereken de, çok ince işlenmiş, Avrupai ve bu toprakların tecrübesiyle de sağlamlaştırılmış akli kalbi şerler vardır. Aristo ve Platon damarıyla ayakta duran ve pek çok şeyle zenginleşen modern Avrupa kültürünü bu topraklara nefsanî bir damarla transfer etmek isteyen bir cenahın içinde bulunmak demektir bu başlangıç.

Biz onların yaptığını Rahmani bir damarla yapmak istediğimizden onların birikimlerinden alabildiğine faydalandık ve onların Hakka karşı geliştirdikleri akli ve nefsanî şeylerle hep mücadele ettik ve bu bizi Rabbimize daha da yaklaştırdı ve bizi zenginleştirdikçe zenginleştirdi. Elhamdülillah. Rahmani bir damarla modern tecrübe, önce onunla hesaplaşılarak, ve sonra mahiyeti temizlenip, Kuran ve sünnetle ıslah edilerek veya yeniden bu kendi öz kaynaklarımıza göre yeniden tanımlayarak bu topraklara taşınabilinir. Böylece modernizme varis olunabileceğine kaniyiz.
Bu süre zarfında çeşitli nedenlerden okulumuza birkaç dönem ara vermek durumunda oluşumuz ise insan olmamızdan ileri gelmektedir.

Bundan sonrasında ise rızkımızı helalinden kazanabileceğimiz ve aynı zamanda halka hizmeti Hak Tela’nın rızası için yapacağımız bir iş bulmaktır. Bulduğumuz işi benimsememiz yukarıdaki şarta bağlıdır. İnsanlara ne kadar faydalı olma durumu, imkanı varsa işin, bizde onu o kadar benimseriz. Ve benimsediğimiz bir iş için can hıraş ve ibadet aşkıyla çalışırız. Ve benimsemezsek benimseyebileceğimiz şartları sağlamaya, dilimizle ve elimizle ıslah etmeye çalışırız; edemezsek orayı terk ederiz. vesselam.

Esma-ül Hüsna

*

99


*

5.09.2008

Oruç insanı tutar

*




…Ve özgürleştirir insanı.

İşte önümde sigara...

Ve bir şey yapamıyorum. Bir tane bile yakamıyorum. Oruç, tutuyor beni.

Orucun ilk günü üstelik de... Öyle kolay değildir orucun ilk günleri sigara mahkûmları için.

Ama sigara içemediğim için bir sıkıntı, bir problem yaşamıyorum. Tuttuğum için tutuyor beni oruç...

* * *

Bir ibadet olarak oruç, mümin'in Rabbine yönelmesidir. Her ibadet gibi Rabbiyle ontolojik bir temasa geçmesidir. Ne büyük bir asalet, ne büyük bir imtiyaz bu böyle!

Her ibadet gibi oruç da bir kulluktur; insanın kul olduğunu hatırlamasıdır.

Kulluk, özgürleşmektir. Kul olmayan, kulluğunun şuurunda olmayan insanlar, özgürlüklerini yitirirler; kâh kula kul olurlar, kâh kulun yapıp ettiklerine, kâh dünyaya, dünyadaki her şeye, kâh nefislerine, nefislerinin arızî arzularına ve arızalarına...

Ama hakka kul olmayan insan, hakikati göremez; en zayıf şeylere de, en güçlü şeylere de kul-köle olur da farkedemez bile bunu.

İşte oruç, insana her şeyden önce kulluğunu hatırlatır. Hakka kul olmadığı takdirde kolaylıkla her şeyin kulu olacağını; tıpkı Kitabımız gibi, tıpkı tarihin büyük peygamberleri, bilge kişileri, çağımızın düşünürleri, sanatçıları gibi, örneğin romanın zirve'si Dostoyevski veya psikanalizin zirvelerinde gezinen Lacan gibi...

Seküler hayat, insanı özgürleştirmek adına her şeyin kulu kılar: Hızların, hazların ve arzuların kulu-kölesi. Oysa hızların, hazların ve arzuların peşinden koşmak özgürleşmek değildir; hızların, hazların ve arzuların peşinden koşmaktır sadece. Aslında bütün bunlar birer kaçıştır; insanın iradesinin boşalması ve özgürlükten kaçış biçimleri… İnsanın kendisinden kaçması; sorumluluklarından kaçması, kulluğundan kaçması. Sonuçta, Rabbine kul olacağına, Rabbinin kullarının kullarına kul olması.

Seküler / Batılı hayat, ruhu yok eder; ruhun yerine şeytanı ikame eder; iyi'yle kötü'yü, şeytan'la Tanrı'yı eşitler. Hâl böyle olunca, böyle bir ortamda ruh, sırra kadem basar. Ruhu yok olan insan, her şeyin kulu-kölesi olmaktan kendini kurtaramaz.

Bütün diğer ibadet biçimleri gibi oruç da, insanın ruhunu özgürleştirir. İnsanın ruhu özgürleşince nefsi de özgürleşir; ruh özgürlüğüne kavuşunca, nefsi kurucu bir iradeyle donatır ve hem bir "şems" (güneş) olacak, hem de Şems'ini bulacak, güneşten istifade edebilecek bir aziz varlığa dönüştürür insanı.

İnsan, vareden bir varlık değil, Vareden tarafından varedilen bir varlıktır. İnsandaki varedenlik husûsiyeti, varedilen'den varedebilen olmasında gizlidir.

İnsan, yaratan değil yaratılandır. Rabb değil, kuldur. Kul, âbid demektir. Abideleri kuran odur: Önce ruh âbidesini, içinin, iç dünyasının sarayını kurabilmelidir insan.

Rabbine kulluğunu yitiren, kul olmayan insan, her şeyin kölesi olur. Bu kaçınılmazdır. İnsan ya kul olur; ya da köle. İyi bir kul olmak da, köle olmak da insanın elindedir.

İradesi insana, insanın eline verilmiştir. Ama insan, kulluğunu / ruhunu yitirdiği zaman iradesini de yitirir. İşte oruç, insanın iradesini hatırlatır insana: İnsanı aç tutarak, susuz tutarak, her türlü şerden, kötülükten uzak tutarak hatırlatır iradesini: Olağanüstü şeylerden uzak tutarak değil, en olağan, en alelade ile yapar.

Ve en alelâde'den muhteşem bir fevkalâde çıkarır: İnsanı, alelâdelerden kurtarır ve yine bu alelâdeler aracılığıyla fevkalâdeye ulaştırır.

Sözün özü, oruç, insanı muhteşem bir irade / varoluş sınavından geçirerek insana kulluğunu / ruhunu, dolayısıyla iradesini ve özgürlüğünü armağan eder.

yusuf kaplan-yenişafak



*